YAZININ ANA KAYNAĞI İÇİN LÜTFEN TIKLAYINIZ

▪ “Marksizmin üç kaynağı ve üç bileşeni”
▪ Aydınlanmacı eleştirinin eleştirisi
▪ “Var olan her şeyin gözü kara eleştirisi”

“Marksizmin üç kaynağı ve üç bileşeni”

Marks’ın teorisini derinlemesine anlattığı bazı eserleri ölümünden çok sonra yayımlanmıştır. İkinci Enternasyonal zihniyeti biçimlenirken, Marks’ın aşağıdaki eserleri henüz ortaya çıkmış değildi:

1844 Ekonomi ve Felsefe Elyazmaları Marks hayattayken basılmadı, bazı müsveddeler kayboldu. Bulunabilen üç elyazmasından bazı bölümler ilk kez 1929’da Rusça yayımlandı. Eserin Almanca orijinali ilk kez 1932’de basıldı. İlk İngilizce çeviri 1959’da yayımlandı. Kenan Somer’in Fransızcadan yaptığı ilk Türkçe çeviri 1976’da okuyucuya ulaştı.

Alman İdeolojisi 1845-1846 yıllarında yazıldı. Ertesi yıl çalışmanın sadece ikinci cildinin dördüncü bölümü yayımlandı. Daha sonra metinlerin yarısı parça parça basıldı. En önemli bölüm olan Feuerbach, ilk kez 1924’de Rusça çevirisiyle çıktı. Eserin tamamı ancak 1932’de basıldı. Sevim Belli’nin Fransızcadan çevirdiği küçük bir bölüm 1968’de, daha büyük bir bölüm ise 1976’da yayımlandı.

Marks’ın en kapsamlı eseri olan Grundrisse 1857 Ağustos’u ile 1858 Mart’ı arasında yazıldı. Grundrisse‘nin ilk ortaya çıkışı, 1939’da akademik çevreler için yapılan çok az nüshalı Moskova baskısıyladır. Eserin asıl baskısı 1953’de Berlin’de yapıldı. Bundan on beş yıl sonra 1968’de Fransızca, 1973’de de İngilizce çevirileri yayımlandı. Sevan Nişanyan’ın Almanca aslından Türkçeye kazandırdığı bölümler 1979’da basıldı.

1898’de Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi’ni kuran Lenin kuşağı, yukarıdaki çok önemli kaynaklara ulaşamadı. O dönemde İkinci Enternasyonal şemsiyesi altında yetişen devrimci kuşak, Marks’ı daha ziyade Kautski’nin, Plekhanov’un pozitivist anlatılarıyla tanıdı.

İkinci Enternasyonal’in fikri otoritesi sayılan Karl Kautski, 1908 yılında kaleme aldığı “Marksizmin Üç Kaynağı” başlıklı yazısında Marks’ın teorisini şöyle kategorize eder:

“On dokuzuncu yüzyılda modern uygarlığı üç ulus temsil ediyordu. Ancak her üçünün de ruhunu özümsemiş ve böylece kendi yüzyılının tüm kazanımlarıyla silahlanmış bir kişi, Marks’ın ürettiği devasa eseri üretebilirdi. Bu üç ulusun düşüncelerinin sentezi -ki bu sentezde bu üç düşüncenin tekyanlı yönleri kaybolmuştur- Marks ve Engels’in tarihsel katkısının başlangıç noktasını oluşturur. …

“Marks ve Engels, İngiliz, Fransız ve Alman düşüncelerinde var olan tüm yüce ve bereketli yanları kaynaştırarak modern bilimsel sosyalizmi yarattılar.” (Karl Kautski, “Marksizmin Üç Kaynağı”, 1908,

Lenin’in 1913 yılında yazdığı “Marksizmin Üç Kaynağı ve Üç Bileşeni” başlıklı makalesi, Kautski’nin yukarıdaki tezini tekrarlar:

“Onun doktrini, felsefenin, ekonomi politiğin ve sosyalizmin en büyük temsilcilerinin öğretilerinin doğrudan ve dolaysız bir devamı olarak doğmuştur. … Marksist doktrin, Alman felsefesi, İngiliz ekonomi politiği ve Fransız sosyalizminde temsil edilen, insanlığın on dokuzuncu yüzyılda yarattığı en iyi ürünlerin meşru mirasçısıdır.

“İşte kısaca ana hatlarını vereceğimiz Marksizmin üç kaynağı ve aynı zamanda üç bileşeni bunlardır.” (V. İ. Lenin, “Marksizmin Üç Kaynağı ve Üç Bileşeni”, 1913, Toplu Eserler, İng., c. 19, s. 23-24.)

Lenin, Kautski’den devraldığı bu belirlemeyi daha sonra şöyle geliştirmiştir:

“Marksizm Marks’ın görüş ve öğretilerinin sistemidir. Marks insanlığın en ileri üç ülkesince temsil edilen on dokuzuncu yüzyılın üç temel ideolojik akımını, yani klâsik Alman felsefesini, klâsik İngiliz ekonomi politiğini ve genel olarak Fransız devrimci doktrinleriyle sarmaşmış Fransız sosyalizmini sürdüren ve tamamlayan bir deha idi. Muhalifleri tarafından da dikkat çekici tutarlılığı ve bütünlüğü teslim edilen Marks’ın görüşleri, dünyanın bütün uygar ülkelerinde işçi sınıfı hareketinin teori ve programı olarak modern materyalizmi ve modern bilimsel sosyalizmi oluşturur. Marksizmin esas içeriğinin, yani Marks’ın ekonomik doktrininin bir sergilemesini yapmadan önce, genel olarak onun dünya görüşünün kısa bir özetini verme yükümlülüğünü duyuyoruz.” (V. İ. Lenin, “Karl Marks”, 1914, TE, İng., c. 21, s. 50.)

İkinci Enternasyonal’den miras kalan yukarıdaki pozitivist ezberin tersine, Marks klâsik Alman felsefesinin, İngiliz ekonomi politiğinin ve Fransız sosyalizminin “doğrudan ve dolaysız bir devamı” ya da onların “meşru mirasçısı” değildir. Marks “on dokuzuncu yüzyılın üç temel ideolojik akımını … sürdüren ve tamamlayan” değildir. Klâsik Alman felsefesi, İngiliz ekonomi politiği ve Fransız sosyalizmi Marksizmin üç bileşeni değildir. Marks bu üç kaynağı sentezleyerek kendi düşüncesini üretmiş değildir. Marks, tam tersine, bu üç kaynağı eleştirmiştir.

Marks’ın düşüncesi şu tespitlerden hareket eder:

Marks’a göre “tersine dönmüş” bir dünyada yaşamaktayızdır. Dünya öylesine baş aşağıdır ki, insanların kendi faaliyetleri insanların kontrolünden çıkarak vahşileşmekte ve dönüp insanları tahakküm altına almaktadır.

Öyleyse der Marks, insanın kendi faaliyeti insanın kendi kontrolünde değilse, o faaliyet sahiden insana ait olamaz. İnsanın kontrolü dışına çıkarak otonom bir güç kesbeden ve dönüp insana hükmeden faaliyet, ancak insana yabancılaşmış faaliyet olabilir.

Klâsik Alman felsefesi, İngiliz ekonomi politiği ve Fransız sosyalizmi, insana yabancılaşmış faaliyetin zihinsel yansımalarıdır. Marks, bu üç kaynağı eleştiriye tabi tutarak, onların gerçekte insana aykırı faaliyeti teyit ettiklerini açığa çıkarmıştır. Marks, bu üç kaynağın teorik eleştirisi yoluyla zihinleri yabancılaşmış faaliyetin şartlamalarından özgürleştirmeyi, böylece mevcut insana aykırı dünyanın pratik eleştirisine, yani kurtuluş mücadelesine ışık tutmayı amaçlamıştır.

Pozitivist çizgi, Marks’ın ekonomik bir doktrin getirdiğine dair bir efsane üretmiştir. Son alıntıdaki “marksizmin esas içeriğinin, yani Marks’ın ekonomik doktrininin” ifadesi, bu hurafenin kaynaklarındandır.

Marksizmin esas içeriği Marks’ın ekonomik doktrini değildir. Çünkü Marks’ın ekonomik doktrini diye bir şey yoktur. Marks’ın ekonomi politiği eleştirirken ekonomi politiğin teorik kabulleriyle daha tutarlı açıklamalar yapmış olması, onun ekonomik bir doktrin bıraktığı anlamına gelmez.

Doktrinler insanlara “doğru”ların neler olduğunu vaaz eder. Vaaz etme kavramı, “kutsal bilgi”yle şereflenmiş bir eğitici seçkinler zümresinin varlığını, dolayısıyla eğitici seçkinler ile sıradan insanların ayrılığını kabul eder. Doktrinci yaklaşıma göre, eğitici seçkinler sıradan insanları eğitmeli ve böylece tebliğ ettikleri doğrular manzumesine göre toplumun dönüşmesini sağlamalıdırlar.

Oysa Marks, insanların kendilerini uydurması gereken bir doktrin ileri sürmemiştir. Marks kurtuluş mücadelesinin yaratacağı komünal dünyanın doktriner bir resmini vermemiştir. Çünkü Marks’a göre, geleceğin nasıl bir şey olacağı “âlim adamlar”ın zihninden fışkırmaz. Geleceğin nasıl bir şey olacağı, bütün dünya mülksüzlerinin, yani sıradan insanların eleştirel, devrimci, kurucu mücadelesi kendi yolunu adım adım açtıkça ortaya çıkacaktır.

Marksizmin esas içeriği insanlığın kurtuluşu teorisidir. Kurtuluşun teorisi, kurtuluşa giden yolu açan eleştirel, devrimci, kurucu mücadelenin zihne akışı olarak doğar ve dönüp pratiğe ışık tutar.

İnsanlığın kurtuluşu maddi bir gerçeklik olarak ortaya çıkmadıkça, yani komünal insanlık fiilen gerçekleşmedikçe kurtuluşun teorisi tamamlanmış olamaz. Teorinin tamamlanması zihinsel bir gayret meselesi değil, fakat eleştirel, devrimci, kurucu pratiğin dünya çapında sosyalist toplumsal devrimi tamamlayarak komünal insanlığı fiilen yaratması meselesidir.

Eleştiri kavramını çözümlemek Marks’ı anlamanın anahtarıdır. Onun için, önce Marks’ın eleştiriden neyi kastettiğini açıklığa kavuşturmak gerekir.

 

Aydınlanmacı eleştirinin eleştirisi

Burjuvazi on yedinci yüzyılda yükselirken dine karşı aklı savunuyordu. Çünkü, eski egemenleri egemen kılan geleneksel yaşam tarzı, kendisini din örtüsüyle kutsayıp koruma altına almıştı. Bundan ötürü, din eleştirisi, eski düzene karşı mücadele eden burjuvazinin özellikle ilk yükseliş dönemlerinde revaçtaydı.

Burjuvazinin aydınlanmacı sözcülerine göre din, halkı uyuşturup düzene boyun eğdiren zihinsel bir prangaydı. Eski egemenler, bu zihinsel prangadan yararlanarak, toplumu itaatkâr cemaat yapılanmaları içine hapsetmişti. Toplumun özgürleşmesi için eski egemenlerle birlikte din de devlet alanından kovulmalı, yani laiklik benimsenmeliydi.

Aydınlanma akımının cumhuriyet ve laiklik söylemiyle şifrelediği toplum burjuva toplumdu. Aydınlanma akımı, toplumun özgürleşmesinden, kişisel bağımlılığa dayalı eski düzen yerine nesnel bağımlılığa dayalı ücretli emek – sermaye düzeninin gelmesini anlamaktaydı.

Aydınlanmacı eleştiri dini yanlış bilinç olarak görür. Aydınlanmaya göre insanlar cehalet yüzünden gerçek dünyanın doğru bilincine varamamış, onun yerine, egemenlerin manipülasyonlarıyla din denen yanlış bilinçle doldurulmuşlardır. Aydınlanma akımı, bu tespitten hareketle, “yanlış”ı zihinlerden kovarak yerine “doğru”yu yerleştirmeye çalışır.

Marks hiçbir yazısında “yanlış bilinç” tanımlamasını kullanmamıştır. Çünkü Marks’a göre bilincin referansı, dünyaya nizam vermek için hazırlanmış olan bir doğru-yanlış cetveli değil, fakat insanların içinde bulundukları toplumsal ilişkilerdir.

Marks’a göre bilinç, insanların fiilen içinde bulundukları toplumsal ilişkilerin zihinsel yansımasıdır. Bu bağlamda, “din âlemi (dinsel bilinç – YZ), gerçek dünyanın (tersine dönmüş dünyanın – YZ) yansımasından başka bir şey değildir”.(K. Marks, “Metaların Fetişizmi ve Bunun Sırrı”, Kapital, 1867, İng., c. 1, s. 83.)

Marks, içinde yaşadığımız dünya için “tersine dönmüş”, “baş aşağı”, mevcut toplumsal ilişkiler için “insana aykırı”, “sapkın”, “akıl dışı”, “mistik” gibi nitelemeler kullanır. Bunlar, toplumdaki yabancılaşmayı değişik çağrışımlar yoluyla zihinde canlandırmayı hedefleyen nitelemelerdir.

Marks’a göre, eğer insanların içinde yaşadıkları dünya tersine dönmüş ise, eğer içinde bulundukları toplumsal ilişkiler insana aykırı ise, bu acayip durumu yansıtan bilinç biçimleri de tersine dönmüştür, baş aşağıdır, insana aykırıdır, sapkındır, akıl dışıdır, mistiktir. Marks, bu anlayışla, din eleştirisini şöyle ele alır:

“Dine karşı eleştirinin temeli şudur: Dini insan yaratır, din insanı yaratmaz. Din, gerçekte, kendini henüz bulamamış ya da tekrar kaybetmiş kişinin kendi hakkındaki bilinci ve kendine saygı duymasıdır. Fakat insan, bu dünyanın dışında mekân tutmuş soyut bir varlık değildir. İnsan, insanın dünyasıdır, yani devlettir, toplumdur. Bu devlet, bu toplum, dünyanın tersine dönmüş bilinci olan dini yaratır. Çünkü devletin, toplumun kendisi tersine dönmüş dünyadır.

“Din, bu dünyanın (bu tersine dönmüş dünyanın – YZ) genel teorisidir, ansiklopedik veri dökümüdür, popüler biçimdeki mantığıdır, manevi anlamda onur meselesidir, heyecanıdır, moral onaylanmasıdır, kutsal tamamlayıcısıdır. Din, bu dünyanın (bu tersine dönmüş dünyanın – YZ) mazeret ve tesellisinin evrensel temelidir. Din, insani öz sahici bir gerçeklik kazanamadığı için, insani özün fantastik biçimde gerçekleşmesidir. Bu nedenlerle, dine karşı mücadele, dolaylı olarak, ruhsal aroması din olan dünyaya (tersine dönmüş dünyaya – YZ) karşı mücadeledir.

Dinsel ıstırap çekme, aynı zamanda, hem gerçek ıstırabın ifadesidir hem de gerçek ıstıraba karşı protestodur. Din, ezilmişlerin of çekmesidir, kalpsiz dünyanın kalbidir, ruhsuz koşulların ruhudur. Din halkın afyonudur.

“Halkın illüzyon biçimindeki mutluluğu olarak dinin ortadan kalkmasını istemek, halkın sahici mutluluğunu talep etmek demektir. Halkı içinde bulunduğu koşullar hakkındaki illüzyonlarından vazgeçmeye çağırmak, illüzyonu gerektiren koşulları terk etmeye çağırmak demektir. Dinin eleştirisi, bu nedenle, dinin hâlelediği bu acılar vadisinin embriyonik eleştirisidir.

“Eleştiri, zincirlerin üstündeki hayali çiçekleri koparıp atıyor. Bunu, insanlar zincirleri fantazileri ya da tesellileri olmaksızın taşısınlar diye değil, fakat zincirlerin kendisini kaldırıp atsınlar ve sahici çiçeği çekip alsınlar diye yapıyor. Din eleştirisi, insanın illüzyonlarından kurtulup aklı başına gelerek kendi gerçekliğini düşünmesi, kendi gerçekliğini etkilemesi, kendi gerçekliğini biçimlendirmesi için, kendi gerçek güneşi olarak kendi çevresinde dönmesi için insanın gözünü açıyor. Din, insan kendi çevresinde dönmediği sürece, insanın çevresinde dönen aldatıcı bir güneşten başka bir şey değildir.

“Öyleyse tarihin görevigerçeğin öteki dünyası yok olup gittikten sonra, bu dünyanın doğrusunu ortaya çıkarmaktır. Tarihin hizmetindeki felsefenin acil görevi, insanın kendinden yabancılaşmasının kutsal biçiminin maskesi düşürülünce yabancılaşmanın kutsal olmayan biçimlerinin de maskesinin düşürülmesidir. Böylece, cennetin eleştirisi yeryüzünün eleştirisine, dinin eleştirisi hukukun eleştirisineteolojinin eleştirisi siyasetin eleştirisine dönüşür.” (K. Marks, “Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisine Katkıya Giriş”, 1844, Marks-Engels Toplu Eserler, İng., c. 3, s. 175.)

Dini zihninde yaratan insandır. Ama dini yaratan insan, içinde bulunduğu toplumun ürünüdür. O halde, dinsel bilincin tersine dönmüş bir bilinç biçimi olmasının nedeni, dinsel bilincin yansıttığı toplumun, yani dünyanın tersine dönmüş olmasıdır:

“İnsan, insanın dünyasıdır, yani devlettir, toplumdur. Bu devlet, bu toplum, dünyanın tersine dönmüş bilinci olan dini yaratır. Çünkü devletin, toplumun kendisi tersine dönmüş dünyadır.”

Dinsel bilinç, yansıttığı dünyanın tersine dönmüşlüğünü “yalan dünya” diye ifade eder. “Asr-ı saadet” menkıbeleri, “ilahi adalet” avuntusu, “öbür dünya”daki sonsuz mutluluk vaadi, şimdiki gerçek dünyada bir şeylerin ters gittiğinin kabulü anlamına gelir. Çoğu dinsel anlatı ve ritüellerin arka plânında fantastik bir insanca yaşam tasarımı vardır. Çünkü gerçek dünyada insanca yaşam yoktur. Din, böylece, gerçek dünyada olmayana duyulan toplumsal ihtiyacı manen doyurma işlevi görür.

Din, insana aykırı toplumsal ilişkiler içine hapsolmuş insanın sahici insanlığı çaresizce arayışıdır. Çünkü, bu tersine dönmüş dünyada “insani öz sahici bir gerçeklik” kazanamamıştır. Din, gerçek dünyada sahici insanlığı bulamamış olan insanın, özlediği insanlığı zihninde “fantastik biçimde” gerçekleştirmesidir.

Cahiliye devri solcuğu, “din halkın afyonudur” cümlesini aydınlanmacı bir yorumla çarpıtmıştır: Din, egemen sınıfların yığınlara enjekte ettiği zihinsel bir uyuşturucudur! Oysa cümlenin gerçekte ne anlama geldiği, ancak ait olduğu bütün içinde okununca anlaşılmaktadır:

Dinsel ıstırap çekme, aynı zamanda, hem gerçek ıstırabın ifadesidir hem de gerçek ıstıraba karşı protestodur. Din, ezilmişlerin of çekmesidir, kalpsiz dünyanın kalbidir, ruhsuz koşulların ruhudur. Din halkın afyonudur.”

Yukarıdaki anlatıma göre, mevcut toplumda gerçek bir ıstırap çekilmektedir. Din, bu ıstırabı kendi fantastik anlatı ve ritüelleriyle hem ifade hem de protesto etmektedir. Din, ezilmişler açısından, bu kalpsiz dünyada tahayyül edilebileceği kadarıyla insanca özlemlerin paylaşılmasıdır. Alıntıdaki afyon metaforu, ezilmişlerin bu haksız dünyaya tahammül edebilmek için dinsel ritüellerde yan yana gelerek ruhen dayanışmalarını, çeşitli kolektif avuntu pratikleriyle çektikleri gerçek acıları bir nebze olsun hafifletmelerini anlatır.

 

“Var olan her şeyin gözü kara eleştirisi”

Marks’ta eleştiri, toplumdaki “yanlış”ları gösterip, yerine konması gereken “doğru”ları vaaz etmek değildir. Marks’ta eleştiri, demistifikasyon, yani gizemden arındırma demektir.

Marks’ın eleştirisi, felsefenin, ekonomi politiğin, hukuk ve devlet teorilerinin akliymiş gibi gösterdiği toplumsal olguların üstündeki mistik örtüleri teker teker kaldırarak, mistik sislerin gizlediği insana aykırı dünyayı gözler önüne sermek içindir. Marks, teorik eleştiri yoluyla gizemden arındırarak insana aykırı karakterini açık ettiği mevcut dünyadan hareketle, yığınsal-pratik eleştiri yoluyla insana yaraşır bir dünyanın kurulmasını hedefler.

Marks’a göre, toplumu saran mistik sis perdelerinin arkasında insanın insanlığı katledilmektedir. Marks, bunu ortaya çıkarmak için, toplumdaki “var olan her şeyin gözü kara eleştirisi”ni yapar:

“Dünyanın (geleceğinin – YZ) dogmatik bir öngörüsünde bulunmuyoruz, fakat yeni dünyayı eski dünyanın eleştirisi yoluyla bulmak istiyoruz. …

“Var olan her şeyin gözü kara eleştirisini kastediyorum. Hem eleştirinin varacağı (teorik – YZ) sonuçlardan hem de iktidarlarla çatışmaktan korkmamak anlamında gözü kara eleştiriden konuşuyorum.” (K. Marks, “Arnold Ruge’ye Mektup”, Eylül 1843, Seçme Yazılar, çev. David McLellan, İng., s. 36.)

Marks’a göre, eğer din eleştirisinde tutarlı olunacaksa, eleştiriyi dini doğuran akıl dışı toplumsal koşulların eleştirisine doğru ilerletmek gerekir. Bu nedenle Marks, eleştiriyi dinin eleştirisinden hareketlendirerek, ekonomi politiğin, sivil toplumun, hukukun, siyasetin, devletin eleştirisine doğru her cephede saldırıya dönüştürür. Marks, toplumu bir muammaya çeviren mistik toplumsal ilişkilerin tamamına ve onları mazur gösteren bütün teorik sistemlere taarruz eder:

“Tarihin hizmetindeki felsefenin acil görevi, insanın kendinden yabancılaşmasının kutsal biçiminin maskesi düşürülünce, yabancılaşmanın kutsal olmayan biçimlerinin de maskesinin düşürülmesidir. Böylece, cennetin eleştirisi yeryüzünün eleştirisine, dinin eleştirisi hukukun eleştirisineteolojinin eleştirisi siyasetin eleştirisine dönüşür.”

Aydınlanmanın dine hurafe teşhisi koymasının mantıksal sonucu, halka doğru bilgiler öğretmenin çare olarak görülmesidir. Bu nedenle, aydınlanmanın laiklik mücadelesinde eğitim unsuru belirgin bir vurgu taşır. Maarifçi yaklaşım, pozitif bilimle aydınlanmış bireyler yetiştirerek toplumun dönüştürülebileceğini savunur. Aydınlanmanın etkilerini taşıyan ilk ütopik sosyalistler de sabırlı eğitim çalışmasıyla insanları sosyalizme ikna edebileceklerini sanmışlardır. Oysa, insanlara doğruların öğretilmesi yoluyla gerçek dünyanın tersine dönmüş hali düzeltilemez.

Zihinlerin mistik sislerden arınması, eğitim-öğretim faaliyetine değil, fakat mistik toplumsal ilişkileri fiilen ortadan kaldırmaya yönelen eleştirel, devrimci, kurucu mücadelenin gelişmesine bağlıdır. Gerçek yaşam fiilen dönüştürüldükçe, insana aykırı ilişkiler adım adım ortadan kaldırıldıkça, zihinlerdeki mistik sisler de dağılmaya başlayacaktır.

İnsanları tahakküm altına alan özel mülkiyet, meta, değer, para, pazar, ücretli emek, sermaye, devlet gibi mistik toplumsal ilişkiler evrensel bir devrim süreci içinde tamamen ortadan kaldırılınca, insan faaliyeti doğrudan doğruya insanların ortak denetimine girecektir. Evrensel insanlığın kendi faaliyetini ortak denetime almasıyla, sahici insan faaliyeti ortaya çıkacak, böylece gerçek dünyanın zihinsel yansıması saydam, açık ve anlaşılır olacaktır:

“Günlük yaşamdaki pratik ilişkiler insanın insanla ve insanın doğayla ilişkilerini mükemmelen anlaşılır ve makul bir ilişki olarak sunduğu zaman, işte ancak o zaman, gerçek dünyanın dinsel yansıması tamamen kaybolup gidecektir.

“Özgürce birleşmiş insanlar saptanmış bir plâna uygun olarak ve bilinçli bir biçimde üretimi düzenlenmedikçe, maddi üretim sürecine dayanan toplumun yaşam süreci kendini saran mistik tülü (özel mülkiyet, meta, değer, para, pazar, ücretli emek, sermaye gibi mistik toplumsal ilişkileri ve onların mistik bilincini – YZ) sıyırıp atamaz.”(K. Marks, “Metaların Fetişizmi ve Bunun Sırrı”, Kapital, 1867, İng., c. 1, s. 84.)